16 Şubat 2013 Cumartesi

menekşe pullu mektup



Ben kara özlem duyan şehirdenim
Sen karlı sokakların insanı…

Farkımız bu işte;
Biz değişik iklimlerdeniz,
Aynı dünyanın farklı paralellerde yaşayanları…

Kusurlarım var elbet,
Aydınlığın kararttığı insan benim!
Ana karnında ışık mı vardı?
Olmadığı için mi bebekler günahsız doğardı?

Şimdi senden beklediğim menekşe pullu bir mektup
İçine sadece “biz” yaz,
Gözlerini andırsın mürekkebinin rengi.

Aşağıda kaldırım taşları dizen belediye işçileri
Pencerede beklerken görürüm onları.
Yelkovanla akrebin oyunu çeker dikkatimi.
Gökyüzüne gider gözlerim
“güneş batacak!” diye fısıldar kulağıma
Sevinsem mi üzülsem mi bilemem.
Yine gelmedi mektubun.

Ve ekler usulca gökyüzü
“Bitti mesai saati
İndirmek vakti geldi panjurları
Postacı gelmez gayrı”
Uyuması bir dert şimdi, düşünmesi ayrı…


Mustafa Kutlu'nun "Menekşeli Mektup"una itafen... Ve Ubeyd ağabeyime...




14 Şubat 2013 Perşembe

Efsane… İskender Pala’dan.



   İskender Pala’yla ilk olarak Şah ve Sultan adlı kitabında tanıştım. Etkilendiğim ve büyülendiğim bir romandı. Hatta edebiyat sevgimi arttıran roman da diyebilirim buna. Çünkü inanılmaz bir edebiyat şerbeti dökülmüş üzerine. Bütün edebi nakışlar işlenmiş. Bu yüzdendir ki İskender Pala’ya sevgim büyüktür.
  İskender Bey’den daha fazla bahsetmeye gerek duymuyorum. Herkesin az çok tanıdığını biliyorum onu.
   Geçtiğimiz günlerde Pala’nın yeni çıkan romanı “Efsane”yi aldım. İlgi çekici kapak tasarımıyla albenisi olduğunu insanlara bağırıyor adeta. Bu yönden okuyucuyu kendine çekmede başarılı diyebilirim.
   Yazar konusunu yine tarihten seçmiş. Kitap “Barbaros Hayrettin Paşa”yı anlatıyor. O büyük Türk denizcisini! Anlattığı kişi denizci olunca kaptanın uğradığı limanları da bir haritada okuyucunun önüne sermiş. Ve birde denizci sözlüğü nakşettirmiş arka sayfalara... Çünkü bol bol denizci sözleri geçiyor romanımızda. Anlatımda ise yabancı köklü kelimelerin fazla olması gözünüze çarpıyor başta ama yazar kendi üslubunu, tarzını kısa sürede kabul ettiriyor size.

     Okumaya başladığımda denizcilik tabirlerine bakabilmek için canım çıktı. Sık sık arka sayfayı açıp kelimeyi aramak çok zor oldu benim için. Keşke bu bilgiler sayfaların alt köşelerine iliştirilseymiş dedim kendi kendime.  Diğer baskılarda tavsiyemiz kulağına gitmiş olur umarım sayın Pala’nın.

    Neyse, içinden bahsedelim birazda. Romanı aldığımda her şeyin Barbaros üzerine kurulacağını, onun gözünden anlatılacağını düşünüyordum. Büyük bir yanılgıya kapılmışım. Yazar diğer romanında olduğu gibi şahsı yine başkalarının gözünden anlatmış. Tamamen savaşlarla geçen bir tarih romanı olarak bekliyordum ve yine yanılgıya düşmüşüm ki aşk savaştan daha ağır basıyormuş meğer romanımızda.
  
    Kitap, Gazavat-ı Hayrettin Paşa adlı eserin yazarı olan Seyyid Muradî’nin gözünden anlatılıyor. Seyyid Muradî, Barbaros tarafından haçlı korsanlardan kurtarılmış, ileri coğrafya ve denizcilik bilgisi sayesinde onun kâtibi olarak yanında yer bulmuş Gırnatalı bir Müslüman.
Muradî, genç yaştayken Barbaros’un yanına geldiği için onunla çok zaman geçirmiş, satrançta ünlü denizcimize tek rakip olduğu için de yakınlıkları günbegün artmış. Öyle ki artık birbirlerine sırlarını ve aşklarını anlatmaya başlamışlar. Malum paşaya en yakın kişi olduğu için onun gözünden anlatmak istemiş yazar.
   
 Daha önce de dediğim gibi kitapta aşka daha çok yer verilmiş. Ee sonuçta kadınının kollarında ölen tek denizci Hızır Barbaros Reis’tir, olsun o kadar.

   Hikâyemizde Oruç Reis ve kardeşlerinin denizciliğe girişmelerinden başlayıp  Preveze Aslanı’nın ölümüne kadar anlatıldığı dönemi ve dönemin bütün şartlarını yolculuk yaparcasına görüyoruz .
  Gırnata, Madrid, Tunus, Cezayir arasında gemilerle çıkıyorsunuz bu yolculuğa ve her kürekte savaşı, esen her rüzgârda aşkı hissediyorsunuz titreyen teninizde. Endülüslü Müslümanların katledilişini, Cezayir’in Osmanlı’ya katılışını,Barbaros ile Andrea Doria arasındaki kişisel mücadeleyi, Kilisenin otoritesini ve infazlarını  da mürekkebini kıskanmadan yazıyor İskender Pala. Osmanlı’nın karadaki hükümranlığını denizleri de hâkimiyetine alarak taçlandırışını gururla okuyoruz.
    Akdeniz başlı başına bir kültürmüş meğer, bunu öğrendim. Her gemide farklı milletten insan… Böyle bir kültüre ortak olmuşuz. İnsan ister istemez Akdeniz’e de ilgi duyuyor bu kitaptan sonra. Kolay mı sayın okuyucu bunca kültürü barındırmak. Tarihimizin yattığı bir deniz… Kim bilir ne seferler ve ne donanmaları sırtında taşımış olan bir deniz. Barbaros’un seferlerini görmüş bir deniz!

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
           Yahya Kemal Beyatlı

        Beni bıraksanız daha yazarım ama sizin okumanız gereken şeyi benim yazmamam gerekir sayın okuyucu. Daha fazla tat kaçırıcı ve ipuçlarıyla romanın büyüsünü bozacak cümleler sarf etmeden bitirmek istiyorum yazımı. Size sadece bu kardeşinize güveniyorsanız okuduğunuza pişman olmayacağınıza emin olabilirsiniz diyebilirim. Eğer ki sizde bir nebze istek uyandırabildiysem ne mutlu bana. Selametle kalın.
  

21 Ocak 2013 Pazartesi

Felsefe ve ahlak eğitimi


Resim :10- Sezai Özdemir, "Felsefe Taşını Arayan Adam I", 2002

   Devletlerin gelişmişlik düzeylerini öğrenebilmek için ülkenin eğitim sistemine ve ahlak anlayışına bakmak gerekir. Eğitim sistemini geliştirmek, aydın halk sayısını arttırmak ve ahlakî değerleri olan bir halk yapısı isteyen devletler bunu gerçekleştirmeden önce özgür düşünce ortamını sağlamalıdırlar. Bu durum ise felsefe eğitimini gerekli kılar. Bir ülkede eğer felsefe eğitimi verilmiyorsa o ülkenin yöneticileri halkının düşünmesini istemiyor demektir. Düşünmeyen bir halk için ise ilerleme, hayalî bir kavramdan başka bir şey olamaz.
  Ülkemizde felsefe eğitimi lise döneminde veriliyor. Gençlerin zihinlerinin en karmaşık olduğu dönemde… Benliklerini aradıkları, çeşitli duygusal bunalımlarla mücadele ettikleri bu dolambaçlı yolda kendilerini dahi çözmekte zorlanan bu gençlere “düşünme”’yi lisede öğretmek geç değil mi sizce de? Bana göre felsefe eğitimine ilkokulda başlanmalı. Yavaş adımlarla ve kolay birtakım bilgilerle öğretilmeli. Sorgulamak, varlık ve ahlak üzerine kafa yormak öğretilmeli. Çocuklar düşünmeyi ve sorgulamayı öğrenebilmeli ki kendilerini de tanıyabilsinler. Kendini tanıyan bir çocuğun ergenlik döneminde duygusal ve düşsel sıkıntılar çekeceğine inanmıyorum. Çünkü düşünen ve sorgulayan insan her türlü zorluğun üstesinden gelebilir.
   Ülkemizde bu yıl uygulanan 66 aylık çocukların okula gönderilmesi (4+4+4) sistemi çoğu kişi tarafından eleştirildi. Eleştirenlerden biri ben olsam da sistemi tamamen eleştirmek acımasızlık olur. Benim eleştirilerime maruz kalan kısım o küçük yaşta çocuklara matematik ve fen bilgileri gibi algılamakta zorlanacağı derslerin öğretilmesi. Beş yaşındaki çocuktan böyle ağır ve çetrefilli bilgileri sindirmesini nasıl isteyebiliriz ki? Bu sistem ülkemize Avrupa’dan uyarlanmış fakat bizde uygulanırken biraz saptırılmış. Oysa Avrupa’da çocuklara fen ve matematik dersleri değil ahlakî bilgiler öğretiyorlarmış. Bunu bina yapmadan önce bir zemin hazırlamaya benzetebiliriz. Çocuklar sosyal ortama atılmadan evvel nasıl davranmaları gerektiğini, insanlara nasıl hitap edeceklerini ve görgü kurallarını öğreniyorlar. Bu sistem Osmanlı’da da vardı. Çocuklara önce ahlakî eğitim daha sonra dinî ve pozitif bilimler öğretilirdi. Şimdi de öyle olsa fena mı olur? Böylece birbirlerinin inancına saygı duyan, görgü ve nezaket kurallarını bilen bir nesil yetişir. Hangi yönetici istemez ki böyle bir halkı? Ülkesinin gelişmiş bir ülke, halkının ise düşünen bir toplum olmasını isteyen, halkın hükümet için değil de hükümetlerin halk için var olduğunun bilincinde olan bir hükümet ister bunu ancak.